Göründüğünde sönüveren ışık

Arif ALTAN yazdı —

  • Zamanımızın tüm “dâhileri”, artık sadece görünme derdinde. Yazmadıklarını anlatanlar, çizmediğini gösterenler, yaratmadığını tasvir edenler. Görünür olma telaşından, yaratmaya fırsat bulamayanlar.
  •  
  • Kusurlarıyla ölesiye örselenecek bir dahi, bugün ancak yeniden görünmez bir dünyaya çekildiğinde, orada ruhu ile bedeni arasındaki uyuşmazlığı durmadan körükleyerek elde ettiği malzemeyi sabırla ve umutsuzca yontarak yeni biçimler verdiği sürece ölümsüz eserler ortaya çıkarabilir.

Düşüncenin güzelliği, felsefenin inceliği, aklın ve ahlakın mükemmel bileşimidir. Birkaç bin yıl ötede durduğu müddetçe canlı zihnimizin, kıvrak hayal gücümüzün muhteşem bir görünüşüdür. Ama Atina sokaklarının bilgesini alıp da zamanımızın en işlek meydanına bıraksalar, Platon ve Ksenophon’un basık burunlu, patlak gözlü, sarkık dudaklı çirkinlik abidesini, bu göbekli Sokrates’ini bakışlarıyla onurlandıracak, söylediklerini dinleme lütfunda bulunacak tek bir insan bulunur muydu? Durmadan soru soran çirkin bir kaçığa işi gücü başından aşkın mükemmel yüzyılımızın mükemmel insanı nasıl katlansındı, Atinalılar bile dayanamayıp baldıran içirtmişken!  

Bir dâhi, sanat tarihinin en ilginç simalarından biriydi; en tanınmışı, en etkilisi. Cüretkardı, renkliydi, canlıydı. Apansız ve ifade dolu, modern sanatın temelleri sayılan dokunuşlarıyla aralarında yağlı tabloların da bulunduğu iki bin yüz kadar resim ve çizim üretti. Bunların neredeyse tamamına yakınını son iki yılında yaptı. Fovistler ve Alman dışavurumcularının onun resim üslûbunun ögelerini kullanmalarıyla yirminci yüzyılın başlarında aniden ünlendi. Sonraki yıllarda ise bir popüler salgına dönüştü Vincent van Gogh hayranlığı. Halbuki azap çeken sanatçı idealinin bu ölümsüz simgesinin tablolarıyla salonlarını donatanlar, o an kapıyı açıp içeri girse ona oturacak bir tabure bile uzatmaz, kolundan tuttuğu gibi kapı dışarı edecekleri muhakkak. Bugün çıkıp gelse, öfke nöbetleri geçiren bu alkolik çılgın, kendi kulağını kesen bu tımarhanelik yoksul, altı patları göğsüne tutup ateşleyen böyle bir dengesiz, bizde ince bir sanat zevki mi yoksa korku ve dehşet mi uyandırırdı?

Otizm spektrum bozukluğunun bir çeşidi olan Asperger Sendromu’ndan mustarip ve iletişim özürlüsü, katı rutinleri olan, hayatı boyunca hiçbir kadına yaklaşmadan, ama dünyaya sırrı hala tam olarak çözülemeyen bütün zamanların en gizemli ve en güzel kadın yüzünü armağan eden Leonardo da Vinci’ye günümüzde bir dakikasını bile ayırabilecek yüce gönüllü tek bir kadın bulunur muydu acaba? O muhteşem dâhilerin kusurlarını da muhteşem görecek bir bilge çıkar mıydı? Unutkanlık ve öğrenme zorluğu çeken, migren ağrılarıyla huzur vermeyecek bir Piccaso, parkinson hastası bir Salvador Dali bugün tüm insani kusurlarıyla ortaya çıksalar nasıl görünürlerdi veya görünme şansı bulabilirler miydi?

Her şeye karşı tiki olan Mozart, aynı şeyleri sonsuz kez tekrarlatan gül gibi bir Tourette Sendromu’na sahipti. Sağır ve obsesif Beethoven da Asperger Sendromu hastasıydı. Gelileo Sendromu’na da adını veren Galileo, bir uyumsuzdu; toplumun ve insanların hoşuna gitmeyen, onlara ters düşen ne varsa yapan ve insanları da yapmaya zorlayan, yetmezmiş gibi ihtiyar huysuzluğuna bir de körlüğünü ekleyendi. Asperger Sendromu’nu boş geçmeyen bir başka dahi, fizik kanunlarının mucidi Newton’du. Annesi olmasa yeryüzünden bir “aptal” olarak göçüp gidecek olan fiziğin babası Einstein bir otistik, çevresinde hep kırmızı giysili insanlar gören Oyun Teorisi’nin sahibi John Nash, bir şizofrendi.

Kekemeydi Darwin, vücudunun içinde yumuşak kanatsız böcekler dolaşan bir Chagas hastasıydı. Dante Aligeri, norkolepsi hastası; Pisagor, kök ikinin irrasyonel olduğunu ispatlayan öğrencisi Hippasus'u denize attıran bir obsesifti. Bir çatı katında sefalet içinde durmadan yazan saralı Dostoyevski histerikti, sefil bir kumar bağımlısıydı. Ondan çok şey kapmış olan Nietzsche frengi hastası intihar eğilimli bir depresif, akli dengesini yitirmiş bir çılgındı. Bir tren istasyonunda cesedi bulunan, edebi başarısını ebedi takıntıya dönüştüren Tolstoy, depresyondan kurtulamayan biriydi. On dolarını alabilmek için yayıncılarına yalvaran yoksul Edgar Allan Poe bir alkolik, bir uyuşturucu bağımlısıydı. William Blake, halüsinasyonlar görürdü. Defresif Dickens, bipolar bozukluk yaşıyordu. Baudelaire uyumsuz bir bohemdi, frengiye yakalanmış, bipolar bozukluktan mustaripti.

Bir melankolikti Mark Twain. Mutsuz bir hayat sürdüren, ceplerini taşlarla doldurup kendini sulara gömen Virginia Woolf bir umutsuzdu. Tarihin ilk milyoner yazarı Jack London afyon, eroin, cıva gibi kimyasal maddelerin bulunduğu bir karışımı kendine enjekte eden; sonradan doğan ilgideki ikiyüzlülüğe, zenginliğe ve şöhrete katlanamayan kahramanı Martin Eden gibi canına kıyan bir intihar göçüğüydü. Fiziksel hastalıklarına ıssızlığını ve kanseri ekleyen Kafka, yapayalnız bir adamdı. Henry James, seks fobikti. Nerval, melankolikti, sevgilisince terk edildiğinde bir sokak lambasına asılı kalandı. Hemingway, alkolik bir paranoyaktı. Ezra Pound, akıl hastası, narsist ve şizofrendi. Tennessee Williams ve Faulkner alkol ve uyuşturucu bağımlısıydılar. Kafasını fırının içine sokarak intihar eden Sylvia Plath hayatı boyunca ileri derecede bipolar bozuklukla yaşadı. Çıldırmak Gogol için son çareydi. Delilik belirtileri gösteren ve peygamber olduğuna inanan Friedrich Hölderlin son otuz yedi yılını bir kulede yapayalnız geçirendi. Hegel takıntılı Schopenhauer bir mazoşist, ömrünü kimseye görünmeden geçiren ölüm takıntılı Cioran bir münzevi, deli mi bir düşünür mü olduğundan emin olamayan Wittgenstein bir marazi, yataktan çıkamayan Descartes bir uyuşuk, fıçıyı yuvası bilen Diojen bir pejmürde… Cimriliğin başyapıtını yazarken bir dahi, yaşarken müsrif bir budalaya dönüşen Balzac, uzaktan aşığı kesilen bütün kadınlar için yüz yüze geldiklerinde tüm gördükleri hor görülesi bir soytarıdan ibaretti. Sefillerdeki tanrılara özgü iyiliği, merhameti ve cömertliğiyle bir Jan Valjen olan Victor Hugo, gerçekte bir despot, bir sadistti, metresine ettiği işkenceler akla ziyan. Çağının bütün erkeklerinden daha iyi yazan George Sand, aralarında erkek kılığında ve kadın olarak görünmemek için nice acılara katlanan bir çaresizdi.

Görünmediği müddetçe iyidirler, güzeldirler, ince ve duyarlıdırlar. Yumuşak bir yürek, keskin bir zeka, kusursuz bir akıl, erişilmez birer ruhturlar. Kalabalıklara bulaşmadıkları sürece kalplerinin ritmi beyinlerinin ataklarıyla uyum içindedir. Gözlem mesafesine girmedikleri müddetçe yapı kurucu, düş uyarıcı, birleştirici bir güçtürler. Doğruluk pusulası, adalet terazisi, vicdan ölçeği, aklın dinamiği, duygunun ateşi, yaratmanın mucizesidirler. Gizemin sürdürücüleri, bilgisizliğin söndürücüleri, çelişki ve muammanın gidericileri, düşüncenin inceliği, duygunun efendisidirler. 

Çağımızda neden yukarıdakilerden bir tanesine bile rastlanmaz? Doğası, toplumu ve insanıyla bu devasa endüstriyel atıkta eşsiz bir beynin, erişilmez bir ruhun yeniden filizlenebilme olasılığı nedir? Sıfır! Çünkü zamanımızın tüm “dâhileri”, artık sadece görünme derdinde. Yazmadıklarını anlatanlar, çizmediğini gösterenler, yaratmadığını tasvir edenler. Görünür olma telaşından, yaratmaya fırsat bulamayanlar. Halbuki ıstırap ister, yalnızlık ister, yoksulluk ve mükemmel kusurlar ister, azap ister, kovalanmayı ve görünmemeyi ister tanrılara özgü yaratıcı deha.

Kusurlarıyla baş başayken dev yapıtlar, şahane eserler yaratanlar, kitlelerin bakışı altında bir şapşala dönüşür. Yaratıcılığını yitirir, kusurlarını ve günahlarını esas meziyeti gibi yüceltir ve kitlelerin gözünde sureti kısa süreliğine büyürken, beyni yavaşlar, ruhu zayıflar, irade ve gücü azalır, kişiliği büzülür, sonuçta ufacık bir varlık olarak yolun sonuna varır. Kusurlardan ibaret sefil bir yaratıktır nihayetinde, içi alınmış ölü bir kabuk. Yaratma değil, çünkü artık bir görünme dünyası. Kusurlarıyla ölesiye örselenecek bir dahi, bugün ancak yeniden görünmez bir dünyaya çekildiğinde, orada ruhu ile bedeni arasındaki uyuşmazlığı durmadan körükleyerek elde ettiği malzemeyi sabırla ve umutsuzca yontarak yeni biçimler verdiği sürece ölümsüz eserler ortaya çıkarabilir. Ama görünmenin lezzetine, sahte ilgi ve alakasız övgülere maruz kaldıktan sonra o görünmez dünyaya dönecek takati ve isteği kalır mı? Velev ki dahi bile olsa!

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.