Acı reçete kapıda

Dosya Haberleri —

Yoksulluk

Yoksulluk

Ekonomist Mustafa Sönmez; ülkedeki ekonomik durumu, Dünya Bankası'ndan alınan kredinin arka planını, emek örgütlerinin ve muhalefetin ne yapmasına gerektiğine dair pek çok konuyu gazetemize değerlendirdi:

  • Dünya Bankası kredileri IMF kredileri gibi değildir. Son zamanlarda Dünya Bankası’ndan geleceği söylenen kredinin bir ayağı bir kere Türkiye’nin Şubat’ta yaşadığı depremlerle ilgili. Dünya Bankası afet yaşamış ülkelere böyle krediler açar. Mehmet Şimşek, ülkemizin durumu iyiye gidiyor Dünya Bankası da bunu taktir etti bize kredi açtı diye bir yalan söyledi. Yani böyle bir şey yok.
  • Acı reçete ağırlıkla iktidara emek gelirlerini bastırmak hazırlığında ve bunu başlatmış durumda. Sosyal harcamaları azaltmak gibi bir yükle de yine emek kesimi bekleyen ağır bir işsizlik tehdidi var. Çünkü ekonomiyi soğuttukları taktirde birçok firma ya kapasitesini daraltacak ya da kepenk indirecek çalışanlarına yol verecek, bu da beraberinde bir işsizlik dalgası getirebilir.
  • Hamaset artık çalışmıyor gibi çünkü bu hem Mayıs seçimleri dönemi öncesinde denendi, hem bu yerel seçimler öncesinde buna dönük bazı ataklar yapıldı ama halkın yaşadığı somut sorunlar özellikle geçim sorunları o kadar büyük ve derin ki bu hamaset artık pek iş yapmıyor. Deneyebilir, halkın acı reçeteye karşı tepkisi yükseldiği zaman böyle bir hamasete tekrar meyil edebilirler.

GÜLCAN DERELİ

AKP-MHP iktidarının ülkeyi ekonomik krize sürüklemesinin ardından zamlar, yurttaşların belini büküyor. Alım gücü düşerken, geçim sıkıntısı ise tavan yaptı. Ülkenin sürüklendiği ekonomik krizden çıkışın bu iktidarla pek mümkün olmadığı görülürken, AKP-MHP ise iktidarını ayakta tutabilmek için savaş tamtamları çalmaya devam ediyor. 31 Mart seçimlerinden büyük bir yenilgiyle çıkan AKP-MHP iktidarının hamasetle tutunmaya çalışması işleyecek mi? Dış politikada çöken iktidar, krizi halkın ekmeğinden kısarak çözmeyi planlıyor. Ülkedeki ekonomik durumu, Dünya Bankası'ndan alınan kredinin arka planını, emek örgütlerinin ve muhalefetin ne yapmasına gerektiği gibi pek çok konuyu ekonomist Mustafa Sönmez ile konuştuk.

Türkiye önemli bir seçimi geride bıraktı. İktidar yenilgiyle çıktığı seçimin sonucunu sadece ekonomiye bağlama eğiliminde. Çok değil 10 ay önce bir seçim daha oldu; ekonomik koşullar o zaman da şimdiki gibi kötüydü. Sizce ne değişti?

31 Mar seçimlerinin sonuçlarında ekonominin etkisi var mı, var. Tek başına bir ekonomik uygulamalara tepkinin sonucudur seçmen iradesi diyemeyiz. Bu epey birikimi olan bir tepki içinde ekonomi dolayısıyla geçim problemi, yüksek enflasyon, pahalılık, insanların geçinememelerinden dolayı yaşadıkları öfke bir etken. Ama tek başına bu değil. AKP’nin öteden beri uyguladığı tek adam rejimi bunun toplum üzerindeki siyasi, kültürel, sosyal basıncı 31 Mart’ta bir patlama yarattı. Ve kimsenin ön göremediği bir patlama oldu bu. Bu patlamanın aslında mayıs seçimlerinde olması beklenirdi belki tartışma konusu edilmesi gereken unsur, boyut budur. Bu patlama aslında niye Mayıs’ta olmadı da 31 Mart’ta oldu. Mayıs’tan Mart’a çok şey mi değişti, bu soru tartışmaya açılabilir. Bence bu patlama Mayıs’ta da yaşanabilirdi çünkü Mayıs öncesinde de insanların şikayetleri, öfkeleri, tepkileri belli bir boyuta ulaşmıştı. Benim kişisel kanım Mayıs’ta yeterince bir hazırlığın olmaması seçmeni ikna edecek boyutta bir pratik çalışma yapılmamış olması, cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilen Kemal Kılıçdaroğlu’nun kitleleri yeterince ikna edememesi gibi faktörler var. Aradan geçen 10 ayda değişen evet ekonomik şartlar biraz daha ağırlaştı, geçim sorunu biraz daha büyüdü ve 10 ayda Erdoğan’ın bun u düzeltemediğini insanlar hisseti. Yaşanan yüksek enflasyona karşılık arttırılan maaşlar bunlar yeterli gelmedi. Bir geçim şikayeti öfkesi bu şekilde bir irade tepkisine yol açtı. Ama bunun yanı sıra yerelde gösterilen ve İstanbul’da gösterilen adaylar İstanbul’un kazanılmasında önemli bir etken oldu. Ayrıca bunun yerel seçim olması yurt dışındaki seçmenleri kapsamaması ve katılımın Mayıs seçimlerine göre görece düşük olması ki bu katılmayanların da önemli bir kısmının AKP seçmeni olduğu tahmin ediliyor bu boyutlarla düşünüldüğünde evet bu tepki de ekonomi etkilidir ama tek başına açıklayıcı bir öge değildir.

Önceki seçimde iktidar, seçimleri etkilemek için bütçeyi yoğunca kullandı, asgari ücret ve başka birçok konuda belli adımlar atmak zorunda kaldı. Ancak bu seçimde emekliler ve asgari ücret konusunda adım atmadı. Bütçe mi yetmedi, yoksa ortada bütçe mi kalmadı?

Aslında bu seçime dönük o tür politikalar izlenmedi değil izlendi. Bir kere yıl sonunda asgari ücret artışına gidildi. Asgari ücrette yüzde 49 yakın bir artış gerçekleşti. Emeklilerin taban aylığı 10 bin liraya çıkarıldı bunlar aslında Mart seçimlerine dönük hazırlıklardı. Başka jestlerde yapmış olabilir ama yetmedi çünkü öyle bir ekonomi yangını, geçim yangını var ki hangi merhemi sürseniz o kadar kar etmiyor. Bir yandan da enflasyon yükseliyor, düşüş halinde de değil. Dolayısıyla bu bütçeden yapılan harcamalar olmadı değil yapıldı ama yeterli gelmedi. Kayıp alt ve orta sınıflarda çok büyük. Emekli kesiminde, toplumun önemli bir kesimini oluşturan asgari ücretle geçineneler kesiminde, bu enflasyon yangınından çok ağır bir yanık var insanların yaşadıklarında bu tür merhemler yeterli gelmedi.

Kur Korumalı Mevduat (KMK) ile sermayeye bütçeden devasa bir gelir aktarılıyor. KMK'nin ekonomiye faturası ne kadar?

Kur korumalı mevduat uygulamaya başlandığında öncelikle bütçeden fark ödendi. Ne denildi insanlara, paranızı dövize yatırmayın Türk lirası mevduatı olarak tutun ama bunun getirisi dövizin getirisi kadar olacak. Eğer buradan bir zararınız olursa biz bunu bütçeden karşılayacağız, yeter ki dövize yönelmeyin. Kur korumalı mevduat buydu. İnsanlarda buna itibar ederek belki dövize yönelmediler ama döviz getirisini garanti eden bu tasarruf biçimine yöneldiler, ya da dövizi olanlar dövizlerini bankaya yatırarak bu getiriyi elde ettiler. Bu şekilde dolarlaşmanın önü alınmak istendi devasa boyutlarda bir uygulama oldu bu ama bütçeye de çok ağır yükler getirdi. Fakat bu sene farklı bir uygulamaya gittiler ve bunun bütçeye getireceği yük bütçe açığını da daha yüksek göstereceği için dolayısıyla Türkiye’nin özellikle dış yatırımcılar, dış kreditörlere karşı karnesini kötü göstereceği için -bütçe açığı- bunun merkez bankası tarafından ödenmesine karar verdiler. Kur korumalı mevduatın yükü bütçeden alınıp Merkez Bankası’na verildi. Ve yakın zamanda öğrendik ki Merkez Bankası’nın bu seneki bilançosundaki zararı 8 yüz 80 milyar lirayı geçmiş. Demek ki bu kur korumalı mevduattan da Merkez Bankası ağırlıklı bir zarar yazmış. Daha önce bütçe ve merkez Bankası tarafından paylaşılan bu yük şimdi daha çok Merkez Bankası’na aktarıldığı için Merkez Bankası’nın yükü olarak görülmüş. Bunun anlamadı da şu Merkez bankası normalde yıl sonunda elde ettiği karı bütçeye aktarırdı ama bu sene zarar ettiği için bütçeye bir katkısı olmayacak ayrıca da bilançosu zarar gösterdiği için daha birkaç yıl bütçeye herhangi bir katkısı olmayacak. Ama kur korumalı mevduat da atılan taş çok kuşa değdi mi, bu da çok tartışmalı. Bunun doğru bir yol olmadığını kabul etseler de bundan da vazgeçmiş değiller. Çünkü kur korumalı mevduatı kaldırdıkları taktirde oradaki TL mevduatın TL’de kalmayıp dövize altına yönelme ihtimali tehlikesi ve riski var. O nedenle sürüncemeye bırakıyorlar biraz zamana bırakıyorlar ve bu yük bütçe sütünden değilse de Merkez Bankası’na yük olmaya devam ediyor.

Ekonomik krizin nedenlerine dair çokça belirleme yapılıyor; iktidarın otoriter yapısı, hukuksuzluk vb. Ancak Erdoğan'ın "siz bir kurşun ne kadar biliyor musunuz" sözleri sanki yeterinde tartışılmadı. Ekonominin krize sürüklenmesinin en önemli nedenlerinden biri savaş politikası ve harcamaları değil mi? Çünkü ekonomistler de pek az değiniyor bu konuya sanki?

Türkiye tabi özellikle bu tek adam rejiminde güvenlikçi politikalar dediği tercihte karar kıldığı için askerle polis harcamalarına bütçeden bir hayli yüksek pay ayıran bir ülke. Şimdi bütçede görünen rakam da aslında tam harcamaları yansıtmıyor. Bütçede savunma harcaması ve güvenlik harcaması olarak görünen veriler bu bütçede bu kalemlerin çok dominant kalemler olmadığını güya söylüyor bize. Ama herkesin her zaman bildiği gibi Türkiye’de özellikle askeri harcamalar başka kanallarla genişliyor, büyüyor. Bunlardan biri savunma sanayi fonudur, bu fona bütçeden ve başka yerlerden kaynaklar aktarılıyor. Ve buradan bir askeri harcama gerçekleşiyor. Yanı sıra çok geniş bir savunma sanayisi adı altında bir askeri kompleks var. Bu önemli bir yer tutar. Özet olarak aslında vatandaşa sağlık, eğitim gibi sivil harcamalar şeklinde dönebilecek kaynakların önemli miktarlarda asker, polis harcaması olarak kullanıldığı nettir, kesindir ama bunun bir kamuflajı vardır dediğim gibi. Bütçede görünen dışındaki kısım kamufle edilir. Bu önemli bir etkendir, tabi bütçe kaynaklarının kullanılması, yaşanan ekonomik istikrarsızlıkta belli bir etkendir. Ama tabi insanlar geçim meselesi çok derinden ve birebir yaşadıkları için burada başka faktörler devreye giriyor. Bir kere rejimin yönetim biçimi, kayırmacılığı, adeta bir nalıncı keseri gibi tüm imkanları kendi partisine ve parti yandaşlarına aktarması, bu süreçte de Anayasa’ya, hukuka hiç uymayan şekilde kamu kaynaklarını çarçur etmesi ve tarihte görülmemiş boyutta bir servet transferini gerçekleştirmiş olması geri dönüp dolaşıp bir ekonomi çıkmazın içine sürükledi. Hukuksuz bir devlet görünümü hakim kılındı. Buna hem içerideki ekonomi faktörler güvensizlik beslediler hem de Türkiye’ye yatırım yapan dış aktörler de Türkiye’yi istikrarsız, güvensiz, hukuk açısından sorunlu bir ülke görmeye başladılar. Bütün bu etkenler beraberinde ciddi birikim krizini getirdi. Ve sermaye eskisi gibi birikemez duruma geldi. Kendini yeniden genişletemez duruma geldi. Ve bu da devamında Erdoğan’ın ülkeyi yönetememesi, işte seçimlere çok büyük açıklar vererek ya da yüksek bir enflasyona neden olarak gitmesi noktasına getirdi Türkiye’yi. Ve böyle bir enflasyonda bir yangın hali, bir baş edilmez hal hasıl oldu. Bunun önümüzdeki yıllara da sirayet edeceğini söyleyebiliriz.

İktidarın IMF'siz bir IMF programı uyguladığına dair kimi yorumlar yapılıyor. Son olarak Dünya Bankası ile bir kredi anlaşması yapıldığı duyuruldu. IMF yerine Dünya Bankası ile anlaşma yapılmasında Erdoğan'ın IMF konusunda söylediği sözleri yutmama gerekçesinin rol oynadığı belirtiliyor. IMF ile Dünya Bankası arasında ne fark var?

Şimdi Dünya Bankası’ndan alınan kredi doğru anlatılmıyor. Dünya Bankası kredileri IMF kredileri gibi değildir. IMF kredileri o an tıkanmış olan ekonomiyi özellikle döviz açığı veren ekonomiyi rahatlatmak için IMF’nin açtığı kredilerdir yani sıcak paradır. Bu kaynak geldiği zaman döviz bolluğu yaratır ve dövizdeki tırmanış yavaşlar ve çarklar işlemeye başlar. Türkiye bunu en son 2001 krizinde kullanmıştı. Tabi bu krediyi IMF belli reçete karşılığı verir. O reçete de kemerlerin sıkılmasıdır, muhtelif tarıma, sosyal güvenliğe, halka dönük harcamaların transferlerin kısılması şartına bağlıdır. Ücretlerin artırılmaması gibi hakların budanmasını içeren bir acı reçete karşılığı IMF bu krediyi verir. Şimdi Dünya Bankası kredileri ise IMF kredilerinden farklıdır. Bunlar daha çok ülkedeki bir takım altyapı eksikliklerini gidermek, ülkenin dünya ekonomisiyle olan ilişkilerini onarmak, onun dünya ekonomisine uyumunu sağlamak gibi konular içerir. Son zamanlarda Dünya Bankası’ndan geleceği söylenen kredinin bir ayağı bir kere Türkiye’nin Şubat’ta yaşadığı depremlerle ilgili. Dünya Bankası böyle afet yaşamış ülkelere böyle krediler açar. Bunun ülkenin ekonomik durumuyla ilgilisi yok. Dünya Bankası çok az geliştirilmiş ya da geri bırakılmış bir dizi Afrika ülkesine de ekonomik koşulları ne olursa olsun kredi verir ama proje kredisi verir. Nedir proje kredisi? Somut görmek ister bu kredi nereye harcanacak. Türkiye'ye açtığı krediler de böyle proje kredilerdir. Ya da altyapı sulamaya dönük kredi veriyor. Tarımsal üretiminizi daha iyileştirin diye. Ya da bir baraj inşaatına, köprü inşaatına veriyor. Yani bunun IMF kredileri ile farkını iyi anlamak lazım. Bu yanlış taktim edildi. Mehmet Şimşek, ülkemizin durumu iyiye gidiyor Dünya Bankası da bunu taktir etti bize kredi açtı diye bir yalan söyledi. Yani böyle bir şey yok. Bunun ülkenin ekonomik gidişatıyla ilgisi yok. Bunu Dünya Bankası yeşil dönüşüm ve deprem enkazına dönük krediler olarak takdim etti. Yeşil dönüşümden kasıt da biliyorsunuz dünyada bir iklim krizi var, Dünya Bankası bütün ülkelere bu iklim krizinin aşılması ya da zararlarının azaltılması için işte yenilenebilir kaynaklara dönmeleri şartıyla krediler açıyor. Türkiye’yi de bu konuda teşvik ediyor. Yenilebilir kaynak varsa bu projelere destek veriyor, bunun adına da yeşil dönüşüm deniliyor. Dolayısıyla bu kredinin veriliş biçimini ayırt etmek lazım. Kaldı ki bahse konu kredi Türkiye’nin toplam borç stoku içinde devede kulaktır. Türkiye’nin şu an 500 milyar dolar borç stoku var, Dünya Bankası’ndan önümüzdeki 5 yılda alınacak kredi 30 milyar dolar olsa bile çok anlamlı bir kredi değildir. Türkiye’nin şu anda yaşadığı döviz ve enflasyon problemini rahatlatacak bir kredi türü değildir.

Seçim sonrası ekonomik krizin faturasını halka yıkma politikası hız kazandı. Önce emekliler için sonra da asgari ücret için zam yapılmayacağı belirtildi. Önümüzdeki dönemde ekonomi nasıl bir seyir izleyecek? İktidar faturayı halka yıkarken seçimden başarıyla çıkmış muhalefet ne yapmalı?

Mayıs seçimlerinden sonra Erdoğan’ın seçimi kazanmak için aşağı yukarı bütün popülist yolları denemesi ciddi bir enflasyon yangınını çıkarması çok ağır bir problem yaratmıştı. Bu kapitalizmin istikrarlı büyümesi açısından rasyonel bir yol değildi. Bunu zaten iş başına getirdiği Mehmet Şimşek, "Bunlar rasyonel yollar değildi, bundan sonra rasyonel politikalar izleyeceğiz" dedi. O rasyonel politikalar bir kere aşırı ısınmış, enflasyon üretmiş bir ekonomiyi önce soğutmak, dengeleri yerine oturtmak üstüne kurulu. Ekonomiyi soğutmak için de önce talebi düşürmek gerekiyor. Talep düşürmenin yolu da gelirleri bastırmak. Dolayısıyla bu IMF’siz IMF reçetesi dedikleri şey ücretleri bastırmak üstüne. Emeklileri, tarım gelirlerini bastırmak üstüne kurulur. Nitekim son iki yılda iki defa verilen asgari ücretin bu sene ikinci defa artırılmamasına karar verildi. Bu yolla ücretleri bastıracaklar. Ücretler bir anlamda taleptir, bir anlamda da maliyettir. Ücretleri kısarsanız talepleri de daraltmış olursunuz. Bekletin şudur; talep daralırsa fiyatlarda terbiye olur, düşer. Dolayısıyla cepleri bastırmakla talep düşürülmüş olacaktır. Yanı sıra ücretler aynı zamanda bir maliyet unsurdur, maliyetler artmadığı taktirde maliyetler de düşeceği için ürün fiyatlarının daha az artacağı varsayılmaktadır. Burada acı reçetenin ana öğesini gelirleri, ücretleri bastırmak oluşturuyor. Bundan sonra bütçeden özellikle emekliler için herhangi bir jest beklememek lazım, sosyal harcamalardan kısıntıya gidebileceğini görebiliriz, bir takım SGK uygulamalarında kısıtlamalara gidebilirler, sağlık harcamalarında insanlara daha çok katkı payı gelebilir. Vergi artışlarına ve vergi denetimlerini özellikle daha alt ve orta sınıflar için artırabilirler. Bunların hepsi kemer sıkma politikasının unsurları. Böyle devam edecekler, böyle devam ederek bugünlerde enflasyon yüzde 75’e ulaşacak. Yıl sonunda yüzde 40'a inmesini, 2025 yılında da yüzde 25’e inmesini hedefliyorlar. Yani ilk iki yılda Erdoğan iktidarı bir kemer sıkma politikası uygulayacak. Bunu uygulayacak. Yani 4 yıllık iktidar yetkisi olduğu için bunun iki yılını kemer sıkmaya ayırma, geriye kalan iki yılda da gönül almaca yani ekonomi kabuk bağladıktan sonra, soğuduktan sonra fiyatlar belli tebliğe ulaştıktan sonra gönül alma yılı olarak son 2 yılını kullanmak ister. Bunlar evdeki hesabı tabi. Evdeki hesap çarşıya uyar mı uymaz mı o bilinmez ama hesabı bu. Önümüzdeki yıl sıkı bir ekonomi politikası, kemer sıkma politikası bunun tabi bedeli inşaların daha da yoksullaşması, işyerlerinin kapanması, işsizliğin daha çok artması, sosyal devlet uygulamalarının iyice askıya alınması gibi boyutlar içeriyor. Bunların tabi seçmen nezdinde ciddi tepkileri olacaktır. Şimdi CHP ana muhalefet partisi olarak bir kere yeni yükseliş halini diğer demokrasi unsurlarıyla beraber ittifak halinde bu fırsatı iyi değerlendirmeli. İnsanları 31 Mart’ta verdiği vekaletten pişman etmemeli. Yeni bir iktidara hazırlanması gerekiyor bunun mutlaka emekten, alt sınıflardan yana sosyal, kamucu bir politika olması beklenir. Tabi yerel iktidar şu an muhalefetin elinde, hem Güneydoğu'da hem Türkiye’nin diğer yerlerinde yerel iktidarın iyi kullanılması, iyi belediyecilik örnekleri verilmesi ve bununla insanlara merkezi iktidara gelindiğinde iyi şeyler yapılabileceğinin güveninin verilmesi gerekir. Dolayısıyla merkezi iktidara bir yandan da programla hazırlanmak yerel iktidarda da iyi belediyecilik örnekleri verme muhalefetin önünde bekleyen görevler olarak durmaktadır.

Peki yerel yönetimlerin bütçesi, yasal yetkileri ve imkanları kısıtlı, ne yapılabilir?

Türkiye’de yerel yönetimler maalesef güdük bırakılmıştır yani merkezi yönetimin vesayeti altındadır. Yerel yönetimlerin gelir kaynaklarının önemli bir kısmı merkezde toplanan vergilerden belediyelere dağıtılır. Bu da toplam vergilerin yüzde 12 buçuğudur. Bizim KDV, ÖTV diğer türlerimizden gider Ankara’da toplandıktan sonra bunun yüzde 12 buçuğu belediyelere dağıtılır. Ve belediyelerin esas gelir kaynakları budur. Bazı belediyeler tabi yerelde kaynak üretiyorlar. Bütün belediyelerin emlak vergisi gibi aldığı bazı kaynakları da var. Yerel işletmeler İski, İDAŞ, İETT gibi kurumlar üzerinden kaynak üretiyorlar, bununla bütçelerini denkleştirmeye çalışıyorlar. Tabi bir enkaz devralınmışsa bununla hizmet götürmek zorlaşıyor. Burada iki türlü hedef ortaya konulması gerekiyor, birincisi iktidara gelindiğinde yerel yönetimlerin daha da güçlendirileceğine dair bir hazırlık yapmak gerekiyor. Yani yerel yönetimler hem kaynak yönünden hem yetki yönünden daha da güçlendirilmeli. Bu demokrasi açısından gerekli olan bir şey. İkincisi yerelden hizmet verebilmek için de bir yerel yönetim reformu istemek gerekiyor. Bugün de iktidarı buna zorlamak gerekiyor. Yerel yönetimlerin daha da güçlendirilmesi ve kaynak, yetki yönünden takviye edilmesi demokrasi gereği bunu talep etmek gerekiyor. Yerelde de geriye kalan bu gerçekleşinceye kadar mevcut imkanlarla ne yapmak gerekir? İşte burada belediyeciliğin yaratıcılıkları öne çıkacak. Ankara’dan gelecek kaynakların dışında yerelde nasıl kaynak üretebiliriz, bunu en iyi nasıl harcayabiliriz, nereye öncelik veririz, bu artık yerelde belediyelerin inisiyatifine kalmış bir şey. Tabi bu iki yıl kemer sıkma politikalarından dolayı ekonomi yavaşlayacağı için vergi gelirleri de düşecek. Belediyelere düşen pay da azalmış olacak. Yerelde iktidar etmek de biraz güçleşecek. Bütün bunların hesabını kitabını yerel yönetimlerin iyi yapması lazım.

Önümüzdeki dönemde emekçileri nasıl dönem bekliyor?

Acı reçete ağırlıkla iktidara emek gelirlerini bastırmak hazırlığında ve bunu başlatmış durumda. Sosyal harcamaları azaltmak gibi bir yükle de yine emek kesimi bekleyen ağır bir işsizlik tehdidi var. Çünkü ekonomiyi soğuttukları taktirde birçok firma ya kapasitesini daraltacak ya da kepenk indirecek çalışanlarına yol verecek, bu da beraberinde bir işsizlik dalgası getirebilir. Onun için emek kesimi açısından zor bir dönem başlıyor. Burada örgütsüz kesimler özellikle çok ağır darbeler alabilirler. Mümkün oldukça yüklenmeleri sendikal yapılar çatısı altında, politik olarak da siyasi partiler de örgütlenmeleri kendi menfaatlerine olacaktır. 

İktidarın bu derinleşen ekonomik kriz ve seçim yenilgisini yeni bir savaş senaryosuyla örtme arayışında olduğu sıkça dillendiriliyor. İktidar özellikle son 10 yılda savaş politikalarında hem muhalefet hem de toplumu "beka" ve "milliyetçilik" hamaseti ile kendine çoğunlukla yedekledi. Fakat son dönemde bunda da tökezlemer olduğu, muhalefetten eleştiriler geldiğini görür olduk. Bu savaş politikasını boşa çıkarmak için ne yapmalı? Sanki önümüzdeki dönemi bu belirleyecek gibi...

Hamaset artık çalışmıyor gibi çünkü bu hem Mayıs seçimleri dönemi öncesinde denendi, hem bu yerel seçimler öncesinde buna dönük bazı ataklar yapıldı ama halkın yaşadığı somut sorunlar özellikle geçim sorunları o kadar büyük ve derin ki bu hamaset artık pek iş yapmıyor. Deneyebilir, halkın acı reçeteye karşı tepkisi yükseldiği zaman böyle bir hamasete tekrar meyil edebilirler. Ama işe yarayacağını sanmıyorum. Burada tabi bir de kendi içinden başka politik İslam Yeniden Refah’ın uç vermesi ve iktidarı da alttan alta oyması bunu da ciddi bir tehdit olarak görecekler. Bunu da not olarak eklemiş olalım.

Mehmet Şimşek üzerinden batıdan sermaye ve kredi avansı mevcut ekonomik krizin seyrini nasıl etkileyecek? Sanki şöyle bir hesap yapıyor iktidar: Sert bir kemer sıkma, faturayı halka yıkma, bir süre geçtikten sonra, enflasyonu "düşürme", sonra bütçeyi yeniden seçim rüşveti için kullanma, ekonomi düzeliyor ilizyonu oluşturma... Aslında azınlığa düşmüş bir iktidarın bu hesapları ekonomik tabloya uyuyor mu?

Bu tabi eldeki hesaplardan biri. Bu reçeteyi uyguluyor görünerek dışarıya güven vermek faizleri artırarak dış yabancı yatırımcıyı çekmek ve yabancı yatırımın girişiyle beraber döviz fiyatlarını ucuzlatmak, bununla dengeleri kurmaya çalışıp evet burada yabancıların güveni ve yabancıların girişi kilit bir önem kazanıyor. Dolayısıyla buna ağırlık vermeye çalışacaklar yani dış yatırımcıya güven vermeye çalışacaklar ki onlar borsaya gelsinler ve devlet kağıtları alsınlar, yabancı yatırım girsin içeri ve bununla da döviz ucuzlasın, bu hedeflerden biri. Tabi yabancı yatırımcılar bunu hemen görmek isterler, sonuç almak isterler. Dediğim gibi Mayıs ayında enflasyonun yüzde 75'i bulması bekleniyor. Ondan sonra nasıl bir seyir izlenir, ciddi fiyat düşüşleri olur mu, olmaz mı, yaz nasıl geçer? Bunlar önemli. Herkesin bir senaryosu var ama tarih sınıf mücadelesidir. Sınıf mücadelesi arenada belli olur, yaşayarak görülür, herkesin sınıf mücadelesini kazanmaya dönük çalışması, hesabı vardır. Sermaye kesiminin ayrı hesabı vardır, emek kesiminin kendini savunmak gibi farklı bir hesabı vardır. Bu çatışmalarla ortaya çıkar tarih, ama dediğim gibi herkesin bir hesabı var, bu hesap emek sınıflarının nasıl bir tavır göstereceklerini nasıl bir mücadele ortaya koyacaklarına bağlıdır. Hem sendikal mücadele olarak hem de siyasi partiler çatısı altında politik mücadele olarak tarihin seyrini ancak böyle görebiliriz.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.