Masallar ülkesi

Arif ALTAN yazdı —

  • Alacakaranlıkta çoklu renklerle süzülen bulutlar, onun gerisinde yanıp sönen yıldızlar neyse ruh halimiz de o, şimdiki zamanın belleğinde. Bakışlarımız gibi sözümüz de sonsuza çevrili.

Uzun yollar kat ettik. Kanlı geçitler, karanlık dönemeçler, ürkütücü zirveler devirdik. Yorgun ama huzurlu kuruluveriyoruz işte, serin suların kıyılarına, altın güneşlerle yunmuş yemyeşil çayırlar ortasına. Göğü, ufukları, dağları, uzayıp giden vadileri başkalarının gözleriyle değil zihnimizde yıkanmış görünümleriyle izliyoruz. Her şey olması gerektiği gibi ve hiçbir şey olması gerektiği gibi değil. Düşerken de yükselirken de aynı hareketleri, aynı yürek çarpıntılarını hissettiren döngünün bıraktığı izler gibi. Ne kadar yükselirsen o kadar az görünür aşağıdaki uçurumlar, ne kadar düşersen o kadar küçülmüş görünür çıkıntılar, zirveler.

Dert mi bize bütün bunlar, işte ne kadar yıkıntı varsa bütün tezat görünümlerinden topluyoruz, bir başka melankolide sermek üzere. Yani iyiyiz, hiç kimsenin olamadığı kadar; dinginiz, hiç kimseye eksilmeyecek kadar. Çünkü başkasının boğucu cisimler gördüğü yerde biz doğurucu hareketlerle birbirine yönelen kuvvetler görüyoruz. Kem gözlere çöl görünen kumullarda, parlayan sular, yeşeren vahalar buluyoruz. Umutsuzların çarptığı granit kayalıklarda biz ardına dek açılan ışıklı kapılar görüyoruz. Sonra kafa kabiliyetlerimize kalbin coşkulu çarpıntılarını ekliyoruz ve gün geceye evrilmeden hemen önce basiretli yönelimlerimizle en kusursuz dürüstlüğü birleştiriyoruz.

Zira tefekkürün bilgini, duanın dindar ruhuyuz. Uçucu rüyalara imanın tutucu gücünden veriyoruz. Zaaflarımızla uyumlu bulanık tasavvurlar, zayıflığımızla orantılı buğulu uslamlamalar bizden koparak uzaklaşıyor. Her sıkışık anda derin kederler içinde terk ettiğimize, her defasında daha ateşli sevinçlerle yeniden dönüyoruz. Tecellinin sanatçıyı ve uykunun kimi ruhları sürüklediği alemlere aynı istekle göçüyoruz. Talihsizlikler, küçük kazalar, kırılganlığımıza direnç ekleyen kayıplar bile kutlu. Acıyı unutkanlık içinde dindiren sersemlikler bunlar. Tıpkı derin gizemler peşinde koşan ama doğanın yardımı reddettiği dâhinin içkin salınımları gibi, tıpkı hayatı bütün canlılığıyla geçirip dünyayı bir parça bezde döndürmek isteyen ama sanatın bütün imkanlarıyla birlikte bu hoş girişimde boğulan ressamın geri çekilişleri gibi. Biliyoruz çünkü, sadece kendi genişliğini anlayamayan arzular, yalnızca kendi derinliğine varamayan düşünceler doğrudur. Kendi kendimize yetiyoruz işte, ne ilahi ne edebi ne de kavi gelenekten bir şey istiyoruz.

Alacakaranlıkta çoklu renklerle süzülen bulutlar, onun gerisinde yanıp sönen yıldızlar neyse ruh halimiz de o, şimdiki zamanın belleğinde. Bakışlarımız gibi sözümüz de sonsuza çevrili. Çıkarıp attık geçmişi ve o devirlere malik gerçeği. Kendi yalnızlığımızda beliriyoruz, kendi çokluğumuzda duruluyoruz. Birbirine bağlı düşünceler yerine rüyalara çağrışımlarla kurulan görüntüler gibi, sadece yankısı hikayelere iyi giden sözcükler gibi, müziğin yumuşak geçişlerine eşlik eden hafif dalgalanmalar gibi. Kolay değildi; gerçeği söküp attık, yaşanandan etkilenmeyi reddeden sözümüzden, özümüzden, hikayemizden.

Hem neydi ki oralı gerçek? Kuşatılmış bir zaman ve uzam. Onun içindeki her şey. Som gerçek dediğimiz bu ve bu kati evrende olup bitenler eksiksiz ve mükemmel derecede berbat. Halbuki söz sanatlarında “hakikat” ve/veya “gerçek” çoğunlukla bir nostalji, bir masal ülkesi, bir düşsel çağ, bir arınmış zaman ya da. Nihayetinde bir olumlama, ilk anından son anına. Ona değmeyen söz içeriksiz, ondan türeyen anlam ise kirli ve muhakkak muğlak yoğunluklardan. Sözün tahtına kurulan, kendi sesine duygulanan. Köşe başına mukim taşıyıcı, yokluğa oluş giydiren anlam azmanı ki, bütün doğrularından noksan.  Boşa dolu görünmekse vazife-i azamdan. Yani olacaklar belli, romantik bir çehre vehmetmeli, havadaki cereyana, mekânı yumuşacık gizemlerle sıvayan canlılığa, ruhları garezden esirgeyen şu ılıman dünyaya. Bilinene bilinmeyenin derinliği, sefalete erdemin rengini, vasata yüceliğin hacmini, taşıla suyun esnekliğini, ölümlüye ölümsüzün rengini, kısaca her şeye karşıtının biçimini vermeli ki cehennem bir masal ülkesi gibi yeşersin. Bütünüyle gerçeğin dışında bir gerçek. Beklenti içinde, o hiçbir zaman olmayanın içinde.

Yalınayak fethettiğimiz toprakları kürkler ve kaftanlar içinde terk ettik. Hepsi buydu, bir yaşama arzusu. Hazzı isteyen, çözüle gevşeye ölümü seçmiş ne gam! Ona da hayat deyip geçiverdik işte.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.