Bir mektubu öpmek

Nurettin DEMİRTAŞ yazdı —

  • Tek bir değere sıkı sarılırsan depresyondan çıkarsın. Zor değildir. Şizofreni bile aşılmaz değildir; kendini tekrar eden donmuş akıl ve parçalanmış ruhtan canlı-hareketli, bütünlüklü bir düzeye geçmek işin sırrıdır; farklı bir bakışla, yeni paradigmayla, belki de bir dost elinin yardımıyla nelerle baş edilmez ki?
  • Kim olursa olsun, bir gülü-bir mektubu koklar gibi, yüreğimizin üstüne koyduktan sonra saygıyla öper gibi yaklaşılırsa her hatıra canlı kalır. Ve onurlu bir hayat sürenlerin sadece yaşamına değil ölümüne de hürmet edilir. 
  • Kucaklayıp öpeceğimiz günlerin hayali için bile canımızı vermeye hazırken Önder Apo’ya en küçük bir zarar vermeyi düşünenlerin kâbusu olan gerilla, akıllarından bir an çıkmasın diye kâh Ankara’nın göbeğindedir, kâh karlı dağların zirvelerinde! Böyle giderse yarın AKP-MHP faşizmini daha büyük sürprizler de bekliyor.

Hatırlanacaktır ki 2013-14 yıllarında İmralı görüşmeleri yapılırken Önder Apo kendi eliyle birkaç satır yazmış ve görüşme heyetine vermişti.

Bu yazı Kandil’e ulaştığında hasretle koklanıp öpülmüştü. Öyle ki bu tutum, dışarıdan gelen önyargılı bazı şahsiyetleri hayrete düşürmüştü. Oysa geleneğe, maneviyata bizden daha fazla değer vereni zor bulunur.

Önderliğimiz etrafında Zilan yoldaştan “Güneşimizi Karartamazsınız” şehitlerine ve günümüze dek nasıl bir fedailiğin oluştuğu biliniyor. Tarihte eşi benzeri olmayan bir gelenek ve manevi bağlılıktır bu. Başka kanıt istemez. Halkımızın tutumu farklı değildir. Dünyanın her yerinde insanlık, Önder Apo için ayaktadır. En son Köln’de gerçekleştirilen büyük miting özgürlük hamlesinin ikinci aşamasını başlatmıştır. Artık geri döndürülemez bir sürece girilmiştir. Sonuç alıncaya dek durmak yok. Halkımız ve dostlarımız bu mesajı vermiştir. Fakat bu durum bazı yaklaşımları sorgulamamızın önünde engel değildir.

Önder Apo için yürüyüşler yapılıyor, okuma günleri düzenleniyor, mektuplar gönderiliyorken istisna kabilinde de olsa kimi tutumlarda bazen bir matlık, bir rutinlik ya da tavır-davranışlarda bir maneviyat eksikliği dikkat çekiyor.

Bir yandan bahar çiçekleri gibi açan milyonların eylemleri ve bütün gelişmeler çok büyük heyecan yaratıyor, adeta yeni bir dünyanın kurulduğunu hissettiriyor insana ama diğer yandan bahsettiğimiz yetersiz tutumlar kaygı yaratıyor.

Tüm bu eylemlere katılırken acaba bunun anlamını her birimiz ne kadar hissediyoruz, anlam derinliğine yeterince ulaşmış durumda mıyız? Belki büyük çoğunluk açısından bu tür soruların sorulması yadırganır ancak atılan her adımda, okunan her cümlede, yazılan her mektupta ne düşünülüyor, nasıl bir hissiyat oluşuyor? diye sorgulamak bizi O’na daha çok yakınlaştırdığı gibi daha çok özgürleştirir.

Bir yolu “herkes yürüdüğü için” yürümek var, bir de o yoldan daha önce geçenlerin ayak izlerini, hatıralarını hissederek ve o yolun nereye uzandığını düşünerek coşkuyla ve aynı zamanda huşu içinde yürümek var…

Bir mektubu ezber kalıpla yazmak var, bir de içinden geldiği gibi hissederek yazmak var. Belki gücenmeye yol açabilir ama şunu da söyleyelim; bir mektubu posta kutusuna gelişigüzel atıvermek var bir de onu kucaklayıp öpmek ve dualar eşliğinde göndermek var…

Bir yönüyle de gönderilen yerden kaynaklıdır bu sorgulamalar.

Bir saat hava almanın bile silah olarak kullanıldığı, bir çiçeğin bile çok görüldüğü yerden, o kahrolası ölüm çukurundan bahsediyoruz.

“Benim buradaki bir saatimi anlayın!” dedi Önder Apo. Onun bir saatini, bir tek anını hissetmek, anlam derinliğine varmak… İşte budur bizim tüm yaşam alışkanlıklarımızı değiştirecek olan.

Bu teknik çağın hengamesi içinde ihmal edilen ne çok değer var bir düşünelim hele! Bir selam vermek bile zor geliyor bazılarına, bu çarklar, bu dişliler arasında bir sıcak bakış, bir yürekten dokunuş unutulmuş bazılarınca.

Caferi Sadık “selam vermeden konuşanı dinleme!” demiş.

Selam vermek, birbirini sormak da neymiş? Dil ucuyla söylenen “nasılsın? ve iğne gibi batan tavırlar… Kulağından telefonu ayırmadan insanlarla tokalaşmak, yüzüne bakmadan lafın gelişi, öylesine hal hatır sormak… Bunlar nasıl hallerdir böyle? Acele veya dalgınlıktan olsa bile sorgulamak gerekmiyor mu?

İnternet başında geçirdiği saatler yüzünden aynı evde yaşadığı annesinin öldüğünü birkaç gün sonra fark eden insanlık hali nasıl bir haldir? Düşünmesi bile korkunçtur.

İşte bu duruma savaşların uyuşturduğu beyinler de eklenince cinnet tablosu tamamlanıyor: Kimin nerede nasıl patlayacağı belli olmayan bir depresyon hali, kimin nerede kimi boğazlayacağı belli olmayan bir şizofreni hali; bu mudur yaşamak?

Oysa;

Tek bir değere sıkı sarılırsan depresyondan çıkarsın. Zor değildir.

Şizofreni bile aşılmaz değildir; kendini tekrar eden donmuş akıl ve parçalanmış ruhtan canlı-hareketli, bütünlüklü bir düzeye geçmek işin sırrıdır; farklı bir bakışla, yeni paradigmayla, belki de bir dost elinin yardımıyla nelerle baş edilmez ki? Üstelik “kişilik yarılması” tüm topluma dayatılıyor, kapitalist sistem tarih boyunca görülmemiş düzeyde kaynağı ve çeşidi belirsiz hastalıklar yayıyor. Kimse bu yaşamı normal sayamaz. Bununla mücadele edilerek her türlü hastalıktan kurtulmak mümkün olabilir.

Fakat maneviyat yitiminin çaresi kolay bulunmaz. Teknik çağın ebeveynleri çocuklarına insan ismi değil “rakam” veriyorlar. Bu bir manevi sorun değil midir? İnsanlık nereye gidiyor?

Maddi dünyaya bu kadar kapılandan daha tehlikelisi yok. Şirazlı Sadi’nin dediği gibi böyleleri “bala kapılmış sineğe benzer!”

Bunun bir cinnet hali olmadığını kim söyleyebilir ki?

Bu cinnet hali en çok insan ilişkilerinde dışa vuruyor. Değerli olan ne varsa tüketiliyor.

Farkına varmadan cinnetten çıkılamaz. “Farkındalık” en harika deneyimdir: Özgürlük anlarını çoğaltır!

İnsanlık deryasında olduğu halde sadece akıntıya kapılıp gidenlere mi benzeyeceğiz yoksa yüreğiyle katılanlardan mı olacağız?

Her eylemimiz anlam dünyamızı genişletmelidir. Öyle değilse eyleme katılım tarzımızı ve hayatımızın anlamını daha derinlikli sorgulamalıyız. Eyleme katılmak eylemsiz kalmaktan iyidir ama eylemlerimizi daha radikal ve sonuç alıcı düzeye taşımak daha derinlikli anlamayı gerektiriyor.

Anlamak için; DAİŞ’in kaçırdığı bir Êzîdî kadınını düşünmeli, onun yaşadıklarını hissetmeli insan. Belki aynı anda Ermeni, Süryani, Arap, Fars olmayı bilmeli…

Şu an aynı dağda, aynı yerde birisi kadın iki Arap genciyle beraberiz. Birinin memleketi Rakka, diğerinin Musul. İkisinin de aileleri Erdoğan’ın özel çetesi tarafından yok edilmiş.

Annesi DAİŞ tarafından kaçırılan küçük kız büyümüş ve gerilla olmuş. Kim okuyabilir hüzünlü gözlerini ve yüreğinden geçenleri? Ve kim engelleyebilir özgürlük hayallerini?

Diğeri, Şemmar aşiretinden ve anası-babası dahil kendi ailesinden onlarcası katledilmiş. Ömer Muhtar olmaya aday! Neden olmasın ki? Soykırım başka nasıl hissedilir, başka nasıl savaşçı, komutan olur ki insan?

 

Hissetmek için şair demiş ki “sizin hiç babanız öldü mü?”

Ya da anneniz, eşiniz, kardeşleriniz?

Hiç parçalanıp yakıldı mı? Asit kuyularına atıldı mı? Denizlerde boğuldu mu? Köle pazarlarında satıldı mı? Ya da kaybedildi mi? Kayıp yakınlarının eylemlerinde fotoğrafını gördünüz mü?

Peki, görmeden ve kan bağı olmadan da bir hatıra yaşatılamaz mı?

Kim olursa olsun, bir gülü-bir mektubu koklar gibi, yüreğimizin üstüne koyduktan sonra saygıyla öper gibi yaklaşılırsa her hatıra canlı kalır.

Ve onurlu bir hayat sürenlerin sadece yaşamına değil ölümüne de hürmet edilir.

“Artık huzurla ölümü karşılayabiliriz!” diyenler ölüme giderken üzülmezler. Onların dualarıyla bugünlere gelenler ise acılarını, anlamlı yeni hatıralara dönüştürürler.

Ölümden sonra da onların duaları eksik olmaz, gözleri hep üzerimizde olur. Dar zamanımızda hep yanımızda…

Ölüm bu andan itibaren ölüm olmaktan çıkar. O artık göründüğü gibi değildir. Ölüme benzemez.

Evrenin sonsuz cennetine gidenleri artık hiç dokunmadan hissedebilirsin, tıpkı görmeden maviyi hissedebileceğin gibi…

 

Görünenler anlatabilir mi hakikati? Ya hiç görülmeyenler ne olacak?

Siz bir ağacın ağladığını görmediniz mi? Bir kayanın çığlık attığını ya da bir derenin boğulduğunu?

Anlamak için tüm evren ses veriyor…

“Anlamamız” için değil midir çeyrek asırdır çarmıhta katlanılan büyük çile?

Anladıkça yakınlaşıyoruz… Bu büyük maneviyatla başaracağız!

 

Kucaklayıp öpeceğimiz günlerin hayali için bile canımızı vermeye hazırken Önder Apo’ya en küçük bir zarar vermeyi düşünenlerin kâbusu olan gerilla, akıllarından bir an çıkmasın diye kâh Ankara’nın göbeğindedir, kâh karlı dağların zirvelerinde! Böyle giderse yarın AKP-MHP faşizmini daha büyük sürprizler de bekliyor.

Ve şimdi “eğilmez başların, bükülmez bileklerin yani tarihin durdurulmaz emridir” ki Siverekli şair Necati Siyahkan’ın dediği gibi:

“Güneş aydınlığını gördüm

Güneşin hapsedildiği yeri biliyorum

Hazır ol

ordu ordu

bölük bölük

teker teker

geliyorum!”

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.